HAYVAN HAKLARI: NEREDEN NEREYE?

/ 18 Şubat 2024 / / yorumsuz

Hayvanlara karşı şiddet haberlerinde artış yaşandığı bu günlerde derneğimiz bilim komisyonu üyesi Prof.Dr. Banur Boynukara’nın İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Veteriner Fakültesi Veteriner Hekimliği Tarihi ve Deontoloji Anabilim Dalı Başkanı Dr. Öğretim Üyesi Altan Armutak ile gerçekleştirdiği röportajı ilginize sunuyoruz.

Dr. Öğr.Üyesi Altan Armutak, 1961 yılında İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesinden 1985 yılında mezun olmuştur.  

HAYVAN HAKLARI: NEREDEN NEREYE?

Hayvan haklarını tanımlayarak tarihsel kökenleri hakkında bilgi verir misiniz?

Hayvan hakları kavramı, hayvanların temel çıkarlarının tıpkı insanlarda olduğu gibi yasalarla korunduğu veya korunması gerektiği şeklinde tanımlanır. Bu kavramın tarihsel geçmişi çok eskilere, hayvanların evcilleştirilmesine kadar uzanır. Hayvanların evcilleştirilmesi, insanlık tarihindeki en önemli süreçlerden birisidir. Hayvanları evcilleştirmeden önceki avcılık döneminde insanlar, hayvanları avlayarak etini tüketirler ve bu şekilde besin gereksinimini karşılar. Bu evrede, insan ve hayvan arasındaki ilişki sınırlıdır. İnsan avcıdır; hayvan ise avdır. Ne zaman ki hayvanlar evcilleştirilmeye başlanır; işte bu av ve avcıdan oluşan tablo bütünüyle değişir. İnsan, bu noktada vahşi hayvanları avlayan bir avcı olmak yerine, hayvanların sahibi olur ve zamanla da geçimini hayvanlar üzerinden sağlayan bir tacire dönüşür. Burada insan ve hayvan arasında yakın bir ilişki doğmuştur ve bu ilişki insanın çıkarına, hayvanın ise daha çok zararına şekillenmiştir. İnsan artık, evcilleştirdiği, bakıp beslediği ve ürettiği hayvanları, kuralsızca ve dilediğince kullanmaya başlar. Bu olaya biz soyut anlamda “İnsan-Hayvan Sözleşmesi” diyoruz.

Hayvanlar, insanlar tarafından bakılıp beslenmelerinin bedelini en başta özgürlüklerini kaybederek en ağır şekilde ödemek zorunda kalırlar. İşte evcilleştirme olayı, hayvan haklarının insanlar tarafından ihlalinin de kuramsal olarak başlangıcıdır ve günümüzden yaklaşık olarak 15.000 yıl önceye kadar uzanır. Bu yaklaşımın temelinde, insanların hayvanlardan üstün olduğu ve hayvanların, insanların gereksinimleri için yaratıldığı tezi vardır. Daha çok ilahi dinlerin savunduğu ve insanların Tanrı’nın kahyası olarak kabul edildiği bu yaklaşım, tarihte hayvan hakları ihlallerine giden bir çok kapının açılmasına da neden olur. İnsanlar hayvanları gıda amaçlı/kurban olarak, koruma amaçlı, binek olarak, askeri amaçlı ve bilimsel araştırma ve eğitimlerde sınırsızca, dilediği gibi, hesap vermeden kullanmayı binlerce yıldır sürdürmektedir. Tanrı’nın kahyası olan insan, hayvanın da sahibi olduğuna inanır.

Eskiçağ toplumlarında hayvan hakları hakkında neler söyleyebiliriz?

İlahi dinler öncesinde Hammurabi Kanunları, tarihte hayvan hakları ve hasta hayvan hakları üzerine hazırlanmış en eski belgedir. Eski Mısır’da da hayvanlar genelde çok saygı görürler, korunurlar ve mumyalanırlar. Burada, Apis Öküzü ve Bastet adlı kedi tanrıça çok kutsal ve sevilen hayvanlardır. Özellikle kedinin yeri bu kültürde bambaşkadır ve kedilerin Mısır ülkesi dışına çıkarılması Firavunlarca yasaklanır. Brahmanizm ve Budizmde de hayvanların öldürülmesi ve onlara acı çektirilmesi yasaktır. Hitit Kanunlarında, daha çok hayvan hırsızlığı ile ilgili cezai hükümlere rastlanır. Roma hukuku ise, hayvanlarla ilgili farklı yaklaşımlar içerir. Roma Hukukuna göre, hayvan bir eşyadır ama eğer gelir getiriyorsa, kötü davranışlara karşı korunmalıdır. Dünyadaki tüm yaşama karşı da saygı gösterilmelidir. Hayvanlar da bu yaşamın daha doğrusu çevrenin bir parçası olmaları nedeniyle hayvanlara da saygı gösterilmelidir. Bu bağlamda Roma İmparatorluğu’nda iş hayvanlarına haftada bir gün dinlenme izni verilir ve onların hak ve refahları korunmaya çalışılır. Ama buradaki yaklaşım, hayvanların birer gelir kaynağı olmalarına bağlıdır.

Hristiyan dininin özellikle Ortaçağ’da hayvanlara bakışı nasıldır?

Ancak hayvan haklarıyla ilgili en kötü dönem, hiç şüphesiz Ortaçağ Avrupa’sında yaşanır. Hristiyan Katolik kilisesinin hakim olduğu bu karanlık çağda, hayvanlarla ilgili bir dizi yaptırım gündeme gelir. Bilimin ve bilimsel düşüncenin yasaklandığı bu dönemde, Thomas de Aquinas (Aquinolu Thomas) gibi kilise babası filozofların skolastik görüşleri taraftar toplar. Buna göre Hristiyan kilisesince, hayvanların insanlar için yaratıldıkları, ruhlarının olmadığı, bu nedenle acı ve ıstırap duymayacakları ve sonuç olarak her yerde her işte ve her koşulda hayvanlardan yararlanılmasının bir yerde Tanrı’nın da isteği ve insanlara ilahi bir armağanı olduğu görüşü savunulur. Bu görüşün sonucu hayvanlar için çok ağır olacaktır.

Papalık hayvanlara yönelik verilecek cezalar ile ilgili hükümler de yayınlar. Buna göre, hayvanlar suçlanarak tıpkı insanlar gibi mahkemelerde yargılanır; ağır cezalara çarptırılır ve işkencelere uğrar. Özellikle kedilerin gözlerinin şeytanın gözleri olduğu, bu hayvanların cadılıkla suçlanan kadınlara yardım ettikleri ileri sürülerek kıta Avrupa’sında büyük kedi avları ve sonrasında çok ciddi kedi katliamları yaşanır. Cadılıkla suçlanan kadınlarla beraber, yüzbinlerce kedi torbalara doldurulup yakılır. Bu kanlı süreçler, Avrupa’da kedi popülasyonunun gittikçe azalmasına ve bunun bir sonucu olarak fare ve sıçan gibi kemirgenlerin sayılarının gittikçe artmasına yol açar. Bu durum, Avrupa kıtasının farklı dönemlerde küçüklü büyüklü birçok veba salgınına uğramasıyla ve yüzyıllar boyu vebadan çok sayıda insanın yaşamını yitirmesiyle sonuçlanır.

İslam Dininin hayvan hakları ve hayvan refahına katkıları nasıl olmuştur?

Ancak Avrupa kıtasından çok uzakta, güneydeki Arap yarımadasında şekillenen yeni bir dinin ve onun kurucusunun hayvan haklarına yönelik tutumu çok farklıdır. Yaklaşık 7. yüzyılda tamamlandığına inanılan ve gittikçe büyüyen İslam dininin 114 bölümden (sure) oluşan kutsal kitabında 7 bölümün adı da farklı hayvan türlerine aittir. Bunun yanı sıra bu kutsal kitapta, diğer ilahi iki dinde olduğu gibi Allah’ın hayvanları insanların yararı için yarattığı ifade edilmiştir. Ancak, insanların hayvanlara karşı girişeceği her türlü kötü davranışın cezasız kalmayacağı ve bu cezayı Allah’ın mutlaka vereceği de açıkça belirtilmiştir. Bu diğer iki büyük ilahi dinde pek görülmeyen bir detaydır. Tüm bunlara ek olarak, özellikle İslam Peygamberinin hayvan sever kişiliği, günlük yaşamında hayvanlara yönelik söz, tavır ve davranışlarında alışılmadık bir biçimde hayvan refahı ve hayvan haklarını savunan ifadeleri ve hayvanlara kötü davrananlara karşı gösterdiği tepkiler, dinler tarihinde örneğine çok az rastlanan bir özelliğe sahiptir. Bu yönleriyle İslam Ortaçağı, hayvan hakları ve hayvan refahı yönlerinden önemli gelişimlere sahip bir kültürdür.

Aydınlanma Çağı’nda hayvan haklarıyla ilgili yaklaşımlar nelerdir?

Avrupa’da Ortaçağın sona ermesinde Reform hareketleri etkili olur. Bu süreçlerde Katolik kilisesinin etkisi ve gücü iyice azalır. Protestanlık yayılmaya başlar. Rönesans İtalya’dan başlayarak tüm Avrupa’yı aydınlatır. Sanat ve bilime duyulan ilgi iyice artar. Rönesans’ın sona ermesiyle Akıl Çağı ya da Aydınlanma Çağı başlar. Bu çağın en önemli yanı, akla, eğitime, bilime ve bilim insanına verilen önemin artışıdır. Bu çağın en önemli filozofu hiç şüphesiz Rene Descartes’tır. Descartes, düşünmenin yalnızca insana özgü olduğunu söyler. İnsanlar dışında kalan, canlı ama zihinsel yeterliliği olmayan varlıkları hayvanlar, bitkiler ve eşyalar olarak sınıflandırır. İnsanın, hayvanlar da dahil tüm canlı ve cansız varlıklardan üstün olduğunu ileri sürer. Descartes’e göre hayvanların bilinci yoktur, ruhu yoktur ve bu nedenle acı çekmezler. Buna göre insanlar, hayvanları istedikleri her yerde özgürce kullanabilirler. Bilimsel araştırmalar da buna dahildir. Aydınlanma Çağı’nda uzun bir dönem hayvanların duygu sahibi varlıklar olduğuna inanılmaz. Hayvanların mekanik prensiplerle anlaşılabileceği savunulur. Hayvanlar bu nedenlerle her türlü bilimsel deney ve araştırmada sınırsızca kullanılırlar ve büyük acılar çekerler.

Ortaçağ’da dini kaygılar nedeniyle hayvanlar, topluluklar halinde yaşamlarını kaybederken, bu sefer de Aydınlanma Çağı’nın bir gereği olarak hayvanlar deneylerde ve derslerde, araştırma ve eğitim adına insanın yararı veya çıkarı için yaşamını yitirmeye başlarlar. Hiç şüphesiz evcilleştirilmenin en ağır bedelini ödeyen hayvanların başında atlar gelir. Kadeş Savaşından başlayarak II. Dünya Savaşı yıllarına kadar yaklaşık 3000 yılı aşkın sürede insanoğlunun tüm savaşlarında atlar başrolü oynar. Milyonlarca at, barış içinde kırlarda özgürce otlayacakken, dini ve milli savaşlarda insanın istekleri ve hırsları uğruna yaşamlarını yitirirler.

Kant’ın hayvan haklarına bakışı nasıldır?

Hayvan Hakları alanında bir diğer görüş ise ünlü Alman düşünür Immanuel Kant’a aittir. Kant’a göre insanın, amacına ulaşmak için kullandığı araç hayvandır. Bu nedenle insanın hayvana karşı herhangi bir etik sorumluluğu veya görevi yoktur. Yalnızca bir insanın yaşamında ona hizmetler sunmuş hayvanlar bunun dışında kalır. İnsanın çıkarına hizmet etmiş hayvanlar dışında diğer hiçbir hayvanın önemi yoktur. İnsanın sokak hayvanlarına karşı herhangi bir etik sorumluluğu söz konusu değildir. İnsan ile Hayvan arasında mutlak bir bilinç hiyerarşisi vardır. İnsan hayvandan üstündür. Tüm bu insan merkezli (Antroposentrik) yaklaşımlar, hayvan hakları görüşünün bilimsel temellerini atan Jeremy Bentham tarafından ortadan kaldırılacaktır.

Jeremy BENTHAM’ın hayvan hakları ile ilgili görüşleri nelerdir?

İngiliz filozof Jeremy Bentham (1748-1832); hayvanlar acı duyuyorsa, ıstırap çekiyorsa yani çıkarları zarar görüyorsa, nasıl bu durumda insanların çıkarları korunuyorsa, hayvanların da çıkarlarının, haklarının korunması gerektiğini savunur. Burada, acı duymak veya acıyı hissetmek ana kriterdir. Hayvanın zihinsel yetmezliğinin, düşünememesinin ya da konuşamamasının hiçbir önemi yoktur. Bentham düşüncesinde hayvan “Düşünemeyen Eşya’dan Acı Duyabilen Canlıya” dönüşmüştür. Hayvanlara karşı olan eylemlerimizde etik sorumluluklarımız olduğunun altını ısrarla çizer. Bir yerde Bentham’ın da etkisiyle, tarihte Hayvan Hakları ile ilgili en önemli gelişmeler 19. Yüzyıl İngiltere’sinde sağlanır. Kraliçe Victoria dönemi İngiltere’sinde hayvan hakları ile ilgili Parlamento’da yasal düzenlemeler yapılır ve dernekler kurulur. Deneylerde kullanılan hayvanlar yasal koruma altına alınır. Bu arada, Fransa’da 18. Yüzyılda dünyanın ilk veteriner okulunun açılması ve bunu izleyen 19. Yüzyılda birçok Avrupa ülkesinde de çok sayıda veteriner okulunun açılması, hayvan refahının ve hayvan haklarının korunması yolunda atılmış dev adımlardır.

20. Yüzyılda hayvan hakları ile ilgili hangi filozoflar akla gelir?

Hayvan Haklarına yönelik 20. Yüzyılda da önemli aşamalar sağlanır. Yaşama Saygı görüşü çerçevesinde Albert Schweitzer yaşayan her varlığın eşit hakları olduğunu ve bu hakların korunması gerektiğini savunur. Bu bir yerde hayvan-insan eşitliğinin de göstergesidir. Bu alanın en önemli isimlerinden Peter Singer ise; hayvanların insanlar tarafından dışlanmasını «İnsanın Türcülüğü»ne bağlar ve insan türünün diğer hayvan türleri üzerindeki baskı ve üstünlüğünü «Türcülük Faşizmi» olarak kabul eder. Buna göre insanlar, kendi türlerinin çıkarını korumak adına tüm canlı türlerin çıkarlarını ve haklarını hiçe sayabilirler. Bu yüzyılın hayvan hakları alanının en önemli düşünürlerinden Tom Regan ise, hayvanlar ile insanların aynı haklara sahip olduklarını düşünür. Buradaki en büyük yanlışın hayvanları maddi bir kaynak olarak gören ve kullanan sistemden kaynaklandığını ileri sürer. Hayvanların maddi bir çıkar kaynağı olduğu sürece, insanlar tarafından sömürülmesinin kaçınılmaz olduğunu dile getirir.

Hukuki olarak, Roma Hukuku’nda hayvanın eşya olarak kabul edilmesinden yüzyıllar sonra “Hayvanın Kişi Benzeri Olarak Kabul Edilmesi” görüşü ağırlık kazanır ama bu görüş ara veya geçici bir çözümdür. Bu görüşe göre; hayvanlar günümüzde korunması gereken bir hukuk öznesidir. Soyu tükenen hayvanlar korunduğuna göre, diğer hayvanlar da korunmalıdır. Bu alanda en çağdaş görüş ise “Hayvanın Kişi Olarak Kabul Edilmesi”dir. Buna göre hayvanın, duyarlı, acıyı hisseden ve ıstırap çeken bir canlı olmasından hareket edilerek kişi olarak kabul edilmesidir. Çağdaş hukuki düzenlemelerde bu noktadan hareket edildiği söylenebilir. Burada da Jeremy Bentham’ın derin etkisi sezilir.

Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin Önemi Nedir?

Günümüz gelişmiş batı ülkelerinin büyük bir çoğunluğunda hayvan hakları yasalarla korunur. Bu yasal uygulamaların temelinde 15 Ekim 1978 günü Paris’teki UNESCO Evi’nde kabul edilen “Hayvan Hakları Evrensel Bildirgesi” hükümleri yer almaktadır. Bu bildirge, hayvanların duyumlarına ve insanların onlara karşı sorumluluklarını tanıyan ilk uluslararası karardır. Ayrıca “Ev Hayvanlarının Korunmasına Dair Avrupa Sözleşmesi” de bu alanda atılan uluslararası bir diğer adımdır. Gelişmiş batı ülkelerinin büyük bir çoğunluğu bu hükümleri ve özellikle çiftlik hayvanlarının bakımları, beslenmeleri, yaşam alanları, nakliyatları ve kesimleriyle ilgili hayvan refahının korunmasına yönelik hükümleri kabul ederek uygularlar. Bu ülkelerde sahipsiz sokak hayvanı yoktur ve sahibi bulunamayan hayvanlar belirgin bir süre bekletildikten sonra ötenazi edilebilirler. Bu ülkelerde ve özellikle ABD’nde soyu tükenme tehlikesi altında bulunan hayvanlara yönelik koruma tedbirleri de yasal güvence altına alınmıştır.

Tarih boyunca Türklerde hayvan sevgisi ve hayvan haklarının önemi nedir?

Türkler, İslam dinini kabul etmeden önceki Orta Asya periyodunda, hayvancılıkla geçimini sağlayan, tarihte atı ilk kez evcilleştiren, kurt, at, ayı ve kartal gibi mitolojik yönü zengin hayvanlarla içi içe yaşayan, Bozkurt ve Ergenekon gibi destanlara sahip ve 12 Hayvanlı Türk Takvimini kullanan bir toplumdur. Atın üzerinde doğan, atın üzerinde yaşayan ve orada ölen Türkler, günlük yaşamlarının her alanında hayvanlarla birlikte bir yaşam sürerler ve hayvanları dostları olarak kabul edip çok severler. Türklerin, 8. Yüzyıldan sonra İslamiyet’i kabul etmeleriyle Orta Asya’dan taşıdıkları hayvan sevgisi ve hayvan kültürüne, yeni kabul ettikleri İslam Dininin hayvanlara karşı sevgi, saygı ve sorumluluk bilincini de ekleyerek Selçuklu devletleri üzerinden tüm bu sentez birikimi Osmanlı İmparatorluğu’na taşırlar. Özellikle İslam Peygamberinin Hadis’lerinde ortaya koyduğu değerlere bağlı kalarak Osmanlı İmparatorluğu’nun Gerileme ve Çöküş Dönemine kadar hayvan haklarına ve hayvan refahına saygılı bir yönetim anlayışı altında, hayvanlarla barış içinde yaşarlar.

Osmanlı İmparatorluğunda özellikle çalışan iş hayvanlarının hak ve refahları titizlikle korunur. Bu konuyla ilgili belediyeler yetkilidir. Yük hayvanlarına taşıyabileceklerinden fazla yük yüklenmesi, bu hayvanların gece de çalıştırılması, bir yerden bir yere giderken bu hayvanların amaç dışı kullanılması ve üzerlerine çok sayıda kişinin binmesi gibi hususlarda belediye yetkilileri hayvan sahiplerine ceza vermek ve hatta onları falakaya yatırmak gibi konularda yetkilidir. Konuyla ilgili bildiriler yayınlanır. Hayvan sahiplerine verilen cezalar ilan edilir. Yük hayvanı olarak tanımlanan at, katır, eşek, manda vb. gibi hayvanlar dışında kalan kedi, köpek ve kuş gibi pet hayvanlarının karınlarının doyurulması adına vakıflar hizmet verir. Padişahlar da bu konularda öncülük yaparak özel günlerde bu sokak hayvanlarının bakım ve beslenmeleriyle ilgili bağışlar da bulunurlar. Kuş evleri, Osmanlı mimarisinin bir parçası olacak kadar benimsenmiş ve yaygınlaşmıştır. Arsalarda, boş evlerde ve özellikle cami avlularında yaşayan kedi, köpek gibi hayvanlara “Mancacılar” adı verilen kişiler halktan topladıkları para karşılığında bakarlar. Halk sokakta yaşayan kedi, köpek ve kuşlara hep sahip çıkar. Kafesteki kuşlara Allah rızası için yem verir veya onları kafesten çıkarıp salarlar.

Osmanlı İmparatorluğu’nda sokak hayvanlarına yönelik neler yapılmıştır?

Hayvanlara gösterilen bu ilgi, özellikle başkent İstanbul’da sokak hayvanı sayısını çok arttırır. Yabancı batılı gezginler, İstanbul’a geldiklerinde en çok sokakta yaşayan ve binlerle ifade edilen bu hayvanlardan özellikle köpeklerle ilgilenirler. Osmanlı İmparatorluğu bir yandan gerileme ve çöküş evresine girmiştir. Özellikle reform yanlısı ve batı standartlarını benimsemeye çalışan yenilikçi padişahlardan II. Mahmut’dan başlamak üzere bu sokak köpekleri sorunuyla saray da ilgilenmeye başlar. Sokak köpekleri önce sürgün edilerek İstanbul’un Anadolu yakasındaki ıssız kırlara gönderilirler. Ancak bu hayvanlar bir süre sonra geri dönerler. Bunun üzerine Marmara Denizi üzerinde yer alan ve içinde hiçbir su kaynağı olmayan Hayırsız Ada’ya gönderilirler. İstanbul halkı, saraya dilekçeler vererek bu sessiz ve masum hayvanların geri getirilmesini isterler. Bir süre sonra köpekler geri getirilir. Abdülmecit, Abdülaziz ve V. Murat dönemlerinde de bu uygulamalar sürer ama sonuçsuz kalır. Halkın bu konudaki sağduyulu yaklaşımı çok etkili olmuştur.

Ancak daha sonra göreve gelen İttihat ve Terakki yanlısı yöneticiler, İstanbul’u, Avrupa başkentlerinde olduğu gibi sokak köpeklerinden temizleme yoluna tekrar giderler. Özellikle batılı iş adamları, adaya gönderilecek köpeklerin postlarının ve kemiklerinin çok para edeceği yönünde saraya bilgi verirler. Sonuçta, 1910 yılında 80.000 köpek yakalanarak gemilere yüklenir ve Hayırsız Ada’ya bırakılır. Bir süre bu hayvanlara yiyecek ve su taşınır. Ancak bu uygulama önce aksar; daha sonra da tamamen terk edilir. Adadaki 80.000 köpek, diğer hasta ve ölmüş köpekleri yiyerek ve deniz suyu içerek telef olurlar. Halk yine saraya başvurur ama bu defa sonuç alamaz. Halkın korkusu, bu suskun ve masum canlılarının öldürülmeleri nedeniyle Allah’ın lanetine uğramaktır. Bir süre sonraki I. ve II. Balkan Savaşı yenilgileri, I. Dünya Savaşı Yenilgisi, İşgaller vb. tüm felaketleri halkımız, Hayırsız Ada’da ölüme terk edilen bu sokak köpeklerine bağlar. Ancak, Cumhuriyet ilan edilene kadar sokak hayvanlarına karşı alınan tüm tedbirler halk tarafından benimsenmemiş ve bu tedbirlerin hiç biri sonuç vermemiştir. 1912 yılında 30.000 köpek daha zehirletilerek öldürülmüştür. Sonuçta; İstanbul’un sokak köpekleri sayıca azalmamış, artmaya devam etmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti’nde hayvan haklarına yönelik neler yapılmıştır?

Cumhuriyetin ilanından sonra da sokak hayvanlarıyla halk sağlığı adına mücadeleye aralıksız devam edilmiştir. Önce köpekler, sonra kedilerin on binlercesi kuduz salgını korkusuyla zehirle ya da çifteyle vurularak itlaf edilmiştir. Bu hayvanlarla da yetinilmemiş daha sonra kargalar ve keçiler de tarım arazilerine ve ormanlara zarar verdikleri ileri sürülerek avlanmıştır. Bu arada çok sayıda yaban hayvanı da zararlı
görülerek öldürülmüştür. Sonuçta ne köpeklerin ne kedilerin ve ne de diğer tür hayvanların sayısı azalmamıştır. O halde 1820’li yıllardan günümüze kadar geçen yaklaşık 200 yıl içerisinde gerçekleştirilen itlaflarla, sokak hayvanı sorununa çözüm üretilememiştir. Ancak itlaf en kolay, en hızlı ve en ucuz yöntem gibi gözükebilir. Fakat sonuçsuzdur; ve en önemlisi insan onuruna ve hayvan haklarına aykırıdır. Ülkemiz 21. Yüzyıla bu konuda TBMM’nde komisyon çalışmaları yaparak girer.

Sonuçta, Avrupa Birliği uyum sürecinde hazırlanan “Hayvanları Koruma Kanunu” 2004 yılında TBMM’de kabul edilerek yasalaşır. Bu Kanun aslında bir dönüm noktasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin 80. yılında uzun süren çalışmalar sonucu tarihimizde ilk kez sokak hayvanlarına yönelik bir yasa kabul edilir. Bu aslında çok büyük bir gecikmedir. Bu gecikmenin bedelini sokakta doğan ve azami iki yıl içerisinde sokakta ölen masum hayvanlar ödemiştir. Kanun; Hayvanları Koruma Kanunu’dur. Hayvanları kimden koruyacağız? Hayvanlardan mı; insanlardan mı yoksa devletten mi? İlk kez bu yasa ile sokak hayvanlarının varlığı kabul edilerek, ötenazi veya itlaf dışında yeni bir çözüm yolu üretilmiştir.

Bunun sonucu olarak köpek barınakları kurulmaya başlanmıştır. Sokak köpeklerinin itlafına son verilerek bu hayvanların barınaklarda görev yapan veteriner hekimlerce kısırlaştırma, aşılama, anti paraziter ilaç uygulaması ve kulak küpesi veya çip takılması gibi bir dizi sağlık işleminden sonra alındıkları mahalle ya da sokağa bırakılmaları yoluyla rehabilite edilmeleri yoluna gidilmiştir. Bu şekilde başta kuduz olmak üzere birçok hastalık kısa sürede kontrol altına alınmıştır. Barınaklar hayvanların içlerinde sürekli yaşayacakları mekanlar değildir. Köpeklerin geçici sağlık hizmeti aldıkları istasyonlardır. Belki çok saldırgan köpekler burada tutulabilir ama diğer hayvanlar alındıkları bölgeye sağlıklı bir şekilde bırakılırlar. Bu yasada ayrıca deney hayvanları ile ilgili etik kurulların kuruluşu da kabul edilmiştir. Ancak bu yasanın en zayıf tarafı, hayvanlar karşı girişilen tüm cürümlerin kabahat olarak kabul edilip, Türk Ceza Kanunu çerçevesinde değerlendirilmemesidir.

Geçtiğimiz 2021 yılında Hayvanları Koruma Kanunu yeniden düzenlenir ve hayvanlara karşı girişilen cürümler, kabahatler kapsamından çıkarılarak Türk Ceza Kanunu kapsamına alınır ve başta köpekler olmak üzere, hayvanlara karşı girişilen suçlara para cezası değil artık hapis cezaları verilmeye başlanır ki bu olay yakın tarihimizde konu ile ilgili büyük bir aşama olarak kabul edilir. Ancak yine de yasanın böylesi bir değişikliğe uğramasına karşın, cezai hükümlerin yetersiz olduğu, yer yer muğlak ifadeler taşıdığı, hapis cezalarının para cezasına çevrilmemesine yönelik net ifadeler içermediği ve özellikle iyi hal gibi bir uygulamanın kesinlikle kabul edilmemesi gerektiği, ayrıca hayvanlara bilerek, isteyerek ve planlayarak zarar veren kişilerin bu suçu yaşamları boyunca işlemeye devam edeceklerinden bu kişilerin bir dizi kısıtlama altına alınmalarının şart olduğu gibi hususlar dikkate alındığında 5199 Sayılı Hayvanları Koruma Kanunu’nun yeniden düzenlenmiş son halinin de gerek veteriner hekimleri gerekse hayvan severleri tatmin etmediği aşikardır.

 

Etiketler
Avatar photo

Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Veteriner Fakültesi Öğretim Üyesi. Derneğimizin bilim komisyonu ve Doğanın Sesi dergisi hakem kurulu üyesidir.

Yorum yaz