MİŞA

/ 9 Mart 2019 / / yorumsuz
MİŞA

Yazan: Dr. Necdet SUBAŞI

Mişa hakkında ihtiyaç duydukça bir şeyler yazıyorum. İhtiyaç diyorum evet, bazen onun sessizliğini yazıya çevirmek bana iyi geliyor. Ben artık onu kendi hâlinde, bizden başka bir dünyada yaşayan bir varlık olarak görmüyorum. Benim için Mişa, aramızda bir yerde, gözleyen, denetleyen, hisseden, bekleyen ve özleyendir. Biz ondaki bu duyguları kendi insanlık durumumuz neyse o ölçüde kavramaya başlayalı çok olmadı.

Benim kedilere ilişkin hiçbir moda düşünceye ya da eğilime ilgim olmadı. Aslında ilginç bir şey. Konya’da annemlerle birlikte ikamet ederken de sonra Balıkesir ve Van’da çalışırken de evinde kedi besleyen birilerinin varlığından hiç mi hiç haberim olmadı. Orhan Veli’nin şiirinden haberdardım, zaten sokağa çıkar çıkmaz bir kediye rastlama olasılığı da yaşadığım hemen her yerde imkân dâhilindeydi.

Onların yaşamına ilişkin çok fazla bir merak duygusu içinde de değildim. Bir ara lakabı Panter olan bir hanımın ekranlara taşan kavgaları kedilerle ilgiliydi. Yine bizim camianın sevimli Hatemi Hocası da üniversitedeki görevinden bahçede beslediği onlarca kedi yüzünden uzaklaştırılmıştı. Onun kedilere düşkünlüğünden haberdardım, ama yazdıklarından fazlasıyla etkilenen biri olarak kedilere olan düşkünlüğüne iltifat ettiğimi hiç sanmıyorum. Kediler uzunca bir süre kendi hâllerindeydi biz de kendi hâlimizdeydik.

Sevimli bir kediye sahip olma düşüncesi ne babamlarda vardı ne de onlardan miras aldığımız kültürel aidiyet içinde bize de geçmişti. Sezen Aksu’nun “Bir kedim bile yok!” diye canhıraş çığlıklarla seslendiği şarkısından derin hüzünler devşirecek bir durumda değildim. Şarkı da tınısı da çok güzeldi ve bana kalırsa kedi orada bir dekoratif malzemeydi. Bütün bunların boş bir şey olduğunu düşünüyordum. Kediden uzaktık, ne yalan söyleyeyim onlarla ilgili dini bütün rivayetlerin çoğundan haberdardım, kediler nerden düşerse düşsün asla sırtlarını yere gelmediğinden de ama yine de benim için onlar ne dokunulabilecek bir hayvandılar ne de birlikte ömür sürülebilecek kadar yakın.

Çok büyük konuşmuşum, bu belli. Çocukluğumda memlekette herkes gibi bizim de bir kedimiz vardı, ama hakikaten garip bir şeydi, kırk yılın başı onu seven birilerine kesin rastlıyordum, ama sanki o, daha çok fare kovalamacanın parçasıydı sadece. Zaten işi fare olan biriyle ünsiyet kurmak da benim için zor olmalıydı.

Şimdi bir kedimiz var. Sebep olandan Allah razı olsun. Asıl anlatacağım onunla nasıl buluştuğumuz değil. Zaten onu arada fırsat buldukça yazıyorum. Şimdi benim için Mişa en başta yepyeni bir sükûnet adasıdır. Evim var, çocuklarım var, Allah hiçbirinin eksikliğini vermesin, bir de tatlı mı tatlı torunum var, ama itiraf edeyim ki Mişa bunlarla hiçbir şekilde kıyas kabul etmeyecek başka bir şeydir. Onlarla ne takas edilebilir ne de yarıştırılabilir, ama onlarda olması imkânsız bir şey bunda fazlasıyla içkindir.

Bir kıyaslama yapmaktan ve bizimkileri gereksiz yere incitmekten çok korktuğum doğrudur, ama onu hemcinsleri dışında ele almadıktan sonra benim bu dediklerimde de pek bir sorun yoktur. Epeydir beni kapıda o karşılıyor. Sevgisini oldukça eşit bir şekilde bütün aile fertlerine dağıtmayı beceriyor, kimseyi hasetten kudurtmuyor, hepimize yetecek kadar o derin sessizliğinden tatlar bırakıyor, hepimize dokunuyor, bizimkilerin demesine göre zaman zaman her birimizi idare edecek bir inceliğe de uyanıklığa da açık bir siyaset güdebiliyor. Ama olsun, iyi ki var, iyi ki artık pek fazla gecikmiş sayıldığım bu dünyada hiç olmazsa ömrümüzü tamamlamadan kalbimize, ruhumuza, bedenimize ta derinlerde bir yerlerde seslenen bir başka canlıya kulak vermekte gecikmedik.

Gelir karşınıza oturur. İşten gelmişsinizdir, dışarıda bir sürü yükle hemhâl, kılınızı kıpırdatamayacak bir yorgunluk içinde öyle çekmiş uzanmışsınızdır. Sizin gelişinizden dakikalar önce haberi olur, önce balkondan sizi selamlar, sonra hızla kapının arkasında yerini alır, sizi takip eder, ayakkabılarınızı çıkarışınızı, yatak odasında elbiselerinizi değiştirmenizi adım adım izler, sonra sizinle birlikte refakatçi emir subayı gibi oturma odasına kadar gelir. Sizi “Ne var ne yok?” sorularıyla karşılayan eşinizin ya da okul durumlarını bir çırpıda özetleyen çocuklarınızın açıklamalarından sıkıldığını anında belli eder. Sizi kimseye bırakmak istemez, yanı başınıza oturur, hiçbir ihtiyacı yoktur, mamasını yemiş suyunu içmiştir. Tek derdi sizi seyretmektir. Size onun bakışları iyi gelir. Bundan sonra maharet sizdedir. Onun ne dediğini anlamak size kalmıştır.

Yanınıza uzanır ve hangi cibilliyetten kazandığı belli olmayan cilveleriyle sizi kendi tuzağına düşürmeyi başarır. O yanınızdayken başka bir şey düşünmenize fırsat yoktur. Varlığıyla sizi kuşatır, sessizliği en büyük silahıdır, gözleriyle sizi izler, sizde bir uzaklaşma ya da kanıksama varsa önce size doğru oturuşuyla, sonra zarif kuyruk darbeleriyle sizi kendinize yani kendisine getirmeyi başarır. Siz, o varken bir acayip olursunuz. O konuşmaz, ses çıkarmaz, gereksiz yere miyavlamaz, öyle karşınızda durur ve her tarafından bir ses çıkıyormuş gibi sessizliğin sesiyle konuşmaya başlar.

Sizsiniz konuşan aslında. Bunu ben yeni fark ettim.

İçinizdeki yangınları sizden başka biri daha bilir, onun adı Mişa’dır. Yaşadığınız hikâyeler, maruz kaldığınız acılar, içinizde tutamadığınız dertler, köpürmeye hazır hiddetiniz onun farkında olduğu şeylerdir. Onlar ansiklopedilerde yazdığı gibi sadece sismik birer gözetmen değil aynı zamanda sizin duygu dünyanızdaki hareketliliği de inceden inceye bilen bir özel terapist sayılır. Zaten elinde Mişa gibi bir kedisi olan için dertleşme amacıyla gidip birinin kapısını tıklatmaya gerek yoktur. O bir aynadır. Ona bir bakışınız içinizdeki cevelanı afişe etmeye yeter. Onun bakışlarından özneyi de çıkarırsınız yüklemi de. Eğer onunla aranızda kurduğunuz duygusal iletişim başarıyla sürüyorsa emin olun ki Mişa sizin biricik meleğinizdir. Mişa’ya güvendikçe kendinize olan güveniniz de artar. Aslında konuşan Mişa değildir, konuşan bir başka moda evrilmeyi başaran sizsinizdir. Kendi iç seslerinizi doğrudan duyabilmek için Mişa gibi bir aracıya, onun gibi bir taşıyıcıya, her şeyi bütün berraklığıyla gösteren bir aynaya ihtiyaç vardır.

Onların hepsi Mişa’dır. Akşam işten gelip şöyle bir iki dakika kestirmek için odaya gittiğimde bizimkiler Mişa kaybolmuş diye paniğe düşmüşler. Sonuçta arka odada benim yanımda durduğunu fark etmiş rahatlamışlar. Bana anlattıklarına göre tam olarak gördükleri şöyle bir şeymiş: Ben uzanmış, yorgana sarıldıkça sarılmış, bizim memlekettekilerin “loliklanmiş” dedikleri türden sarmalanmış uyuyormuşum. Mişa benim muhteşem göbeğimin üzerine yatmış, ön ayaklarını kendine doğru katlamış, doğrudan beni seyrediyormuş. Keyfine diyecek yokmuş, her hâlinden belli kuyruğuyla da bizim şimdilik anlamadığımız hermeneutik kavisler çiziyormuş.

Sabahın köründe gelip dizimin dibinde durarak bana kendince bir şeyler söylemeye çalışan Mişa’nın bir türlü anlamadığım niyetini doğru bir şekilde tayin etmek de bir hayli önemlidir ve bu durum en azından benim için kalbime kadar gidip tam da o menzilde zorlanacağım bir ince meseledir.

Bana kalırsa Mişa, küsmekle özlemek arasındaki o tuhaf dengeyi öylesine güçlü ve sağlam bir şekilde kuruyor ki siz onun bu hâline karşı ne diyeceğinizi bil(e)miyorsunuz.

Bazen Mişa’nın tavırları, insan olarak es geçtiğimiz bazı sessizlikler karşısında artık bir yolunu bulup cevap verme konusunda adım atmamız gerektiğini fısıldıyor. Onun sabah sabah bana dediklerini değme insan cesaret bulup da birbirine diyemez. Belki der kim bilir? Ama o da bir türlü anlaşılamaz, yeterince fehmedilemez.

Tamam öğrenilmesi, bilinmesi gereken bir sürü şey var ve benim şimdi üzerinde durduğum konunun birikmiş, ortada hazır bekleyen onca mevzu arasında belki de hiç mi hiç önemi yoktur. Hatta bunu yadırgayanlar da çıkabilir, “Oturmuş da neye akşam ediyor?” diye hafiften tiye alanlar da olabilir. Öyle ya önümüzde ne işler var ne konular var, oysa insan git git eskiyor, hayat habire kirleniyor, güneş de ay da zırt pırt tutulmaya başladı. Olsun. Mütemadiyen insan kalmak bizi koruyacak olan.

Ben uyandığımda onun rahatını bozmak istemedim. Göz göze geldik, zaten kaçınılmazdı. Ben böyle kendimi ona öyle upuzun bakarken buldum. Epey bir bakıştık. Onun gözünden kaçmayan şeyleri bir bir aklımdan geçirdim, ben de ses çıkarmadım, ama ne bileyim işte aramızda basbayağı bir muhabbet peyda oldu. Ona her bakışımda içimdeki seslerin yerinden oynadığını, bir kuşağa, bir dile, bir göze ihtiyaç olmaksızın gerçek bir iç ses içinde bağlantı kurduğumu anladım, anladım ne demek güçlü bir şekilde hissettim.

Sizin de bir Mişa’nız var mı? Yoksa sizin hayatınızda sesinize ses katacak başka bir şey yok mudur hâlâ? Tamam bu da bir insan değil, âmennâ, ama inanın hayvan hiç değil.

Yorum yaz